ANKARA-BHA

Prof. Dr. Zakir Avşar, "Terörün sonu, milletimizin yeni başlangıcı" başlıklı yazısında özetle şunlara yer verdi:

“Silahların sustuğu, terör ve şiddetin sona erdiği, insanlar üzerindeki ipoteklerin kalktığı bir toplumda sözlerin önemi artar, kelimeler anlamını bulur, ifadelerin kudreti yerine gelir. O yüzden şimdi sözün, ifadenin, anlatma tarz ve tercihinin daha çok sorumluluk istediği bir dönemdeyiz.

PKK’nın silah bırakma ve fesih kararı, yalnızca bir örgütün sonu değil, Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vurmuş güvenlik siyaseti paradigmasının da derin bir dönüşümüdür. Geldiğimiz noktada, terörle mücadelenin sadece askerî değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal ve psikolojik katmanlarıyla ele alınması gerektiği açıkça görülmektedir.

Bu gelişme, devletin uzun vadeli stratejisinin, toplumun derin sabrının ve siyasetin zaman içinde olgunlaştırdığı kriz yönetiminin ortak bir sonucudur. Ancak bu noktadan sonra başarıyı sürdürülebilir kılmak için, sadece devletin değil bireylerin de, toplumun önündeki kişilerin de, toplumun bütün kesimlerinin de daha dikkatli, bilinçli ve daha sorumlu bir pozisyon alması kaçınılmazdır.

Siyaset bilimi literatüründe, terör ya da iç çatışmaların ardından gelen sürece “post-conflict transition” ya da “post-terror society” denir. Bu süreçte en az çatışma dönemi kadar belirleyici olan şey, toplumun kendisini yeni bir normalle nasıl inşa ettiğidir.

Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu meydan okuma da budur: Terörsüzlüğün sürdürülebilirliğini nasıl sağlayacağız?

Bu sorunun cevabı; sadece güvenlik tedbirlerinde ve siyasi aktörlerde değil, toplumsal yaklaşımlarda da aranmalıdır.

Hiç kuşku yok ki bu sürecin mimarı, milletimizin arzusu ve devletin aklıdır; bu aklı işleten kararlı, ısrarlı ve istikrarlı siyasi iradedir. Ancak nihai ve mutlak başarı, yalnızca krizleri yöneten aktörlerle değil; bu krizin içinde ve çevresinde yaşayan, bu krizi uzun yıllar boyunca taşıyan toplumun tamamının katılımı ile gerçekleşir.

Ve işte tam da bu nedenle, bugünden itibaren herkese düşen yeni bir görev vardır:

Mansur Yavaş’tan 19 Mayıs çağrısı: “Güvenpark’tan Anıtkabir’e hep birlikte yürüyoruz” Mansur Yavaş’tan 19 Mayıs çağrısı: “Güvenpark’tan Anıtkabir’e hep birlikte yürüyoruz”

Artık siyasal söylemimizi, toplumsal dilimizi ve bireysel reflekslerimizi çatışma değil, birlik ve barış referanslarıyla yeniden kurmak....

Burada ne abartıya, ne küçültmeye ihtiyaç vardır. Ne manipülasyonlara, ne de dezenformasyonlara izin verebiliriz...

Samimi isek sesimizin de sözümüzün de tonunu, rengini, şiddetini ayarlayabilmek önemlidir.

Ağzımızdan çıkacak her cümlenin geçmişin yaralı sayfalarından birini kanatabileceği ihtimalini düşünerek, saygılı, seviyeli, doğru, başka hesaplara işaret etmeyen bir yaklaşım en büyük ihtiyacımızdır.

Bu süreçten sonra asıl mesele, çatışma dönemi dilini terk edebilmektir. Çünkü bir toplumun barış kapasitesi, sadece silahların susmasıyla değil; kelimelerin değişmesiyle başlar. Bu bağlamda bakışların yoğunlaşacağı, kulakların çevrileceği yapılar çok önemlidir…

Siyasi partiler, doğal olarak farklı ideolojik pozisyonlarda bulunurlar, mamafih girişimin toplumda karşılık bulması için dil ve yaklaşım birliğini öncelemelidirler. Meseleye ortak kazanım olarak bakmalı, terörün ve şiddetin yenilgisi, toplumun genelinin zaferi olarak düşünülmeli ve gelinen aşama bir hesaplaşma zeminine çevrilmemelidir.

Gazeteciler ve medya mensupları, kutuplaşmayı yeniden üreten dil kalıplarını değil, ortak bir gelecek vizyonunu besleyen sorumluluğu taşımalıdır. Haberin, sansasyonun, ait olunan kampların izdüşümünün değil hakikatin peşine düşülmelidir.

Akademi ve entelektüel çevreler, süreci anlamlandırmak, analiz etmek, anlatmak ve toplumsal hafızayı onarmakla yükümlüdür. Toplumsal barışın kavramsal zemini bu zihinlerde inşa edilmelidir.

Kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları, dinî cemaatler, toplumun farklı katmanlarında güven, empati ve ortaklık dili üretmekte, anlam bulmasına yardımcı olmakta öncü roller oynamalıdır.

Sıradan vatandaşlar, sosyal medya başta olmak üzere her alanda öfkeyi değil, sükûneti; kini değil, vakarı tercih, ayrışmayı değil bin yıllık kardeşliği tercih ve temsil etmelidir.

Siyaset bu süreci başarıyla yönettiyse, bundan sonraki asıl görev siyasetin dışındaki toplumsal aktörlere aittir.

Toplumsal barış, bütünleşme, kardeşlik hukuku sadece yasal düzenlemelerle değil; kültürel doku, kolektif hafıza ve ortak duygularla, birbirimize saygı, tahammül, var olanı kabullenme, birlikteliğin kuvvetine inanma, şu ana kadar bizi ayakta tutan, bir tutan “bin yıllık kardeşlik” anlayışı ve ruhu ile mümkündür. Bu nedenle; bugün ideolojik farklılıklarımızı, etnik, dini ve mezhepsel duyarlılıklarımızı, tarihsel travmalarımızı bir hakikat ve zenginliğimiz olarak tanıyıp; bunların karşıtlığı üzerinden değil, bunlarla ve sonsuza kadar birlikte yaşama iradesi geliştirmeliyiz.

Terör örgütü PKK’nın kendisini feshi ve silah bırakması, Türkiye’nin önüne büyük bir imkân koymuştur. Ancak bu imkânın bir barış düzenine dönüşebilmesi, sadece alınan kararlarla değil, bu kararın nasıl karşılandığıyla ilgilidir.

Şimdi bu ülkenin milliyetçisi de, muhafazakârı da, seküleri de, Kürt’ü de, Türk’ü de aynı şeye dikkat etmeliyiz: Başka Türkiye yok ve bizler kardeşiz…

Sözlerimizin şiddetinin, tonunun, seçtiğimiz kelimelerin, geçmişten günümüze getirdiğimiz hassasiyetlerin bu iklimi bozmasına izin vermemeliyiz.

Çünkü artık silahlar değil, kelimeler belirleyici olacak. Ve bu iklimi ancak kelimelerle koruyabileceğiz.

Unutulmamalı ki, bir toplumun barışı, onun en öfkeli bireyinin diline ne kadar yansıdığıyla ölçülür.”

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…