BHA “Rönesans” ve “Aydınlanma Çağı” aşamalarından geçerek uygarlık yolunda öncü olan “Batı”, Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde özenme duyguları uyandırmış ve taklit yöntemiyle aynı düzeye erişebilmek yanılgısına yol açmıştır. “Atatürk Devrimleri” süresi dışındaki dönemlerde Avrupa düşünce sistemindeki gelişmelerin üzerinde hiç durulmamış ve önemsenmemiştir. Bilimsel ve düşünme düzeyindeki gelişmelere değer vermeden “Batı Uygarlığı”na erişme hayaliyle nice yıllar boşa harcanmıştır.

Son yetmiş yılın yönetimleri de aynı yanılgı ile uygarlığın temeli olan “Düşünce Evrimi” aşamalarını benliğimize sindirmeden Avrupa Birliği’ne yamanarak tüm sorunların çözülebileceğini sandılar ve sanmaktalar. Oysa uygarlık, emekle ve bilgi birikimiyle ulaşılabilecek bir toplumsal aşamadır.

Bugünkü konumuna erişmeden yüzyıllar önce ta 1700 yılında Ansiklopedinin Protestan yazarı Pierre Bayle “Ben bir Dünya vatandaşıyım; imparator ya da kralları değil, gerçeklerin emrindeyim” diye yazabilmekteydi.

Aynı yüzyılın sonunda ise Friedrich Schiller, “Ben hiç bir prensin emrinde bulunmayan bir Dünya vatandaşı olarak yazıyorum. Anayurdum olarak bütün Dünya’yı seçtim” demekteydi. Gene Ansiklopedi’nin yöneticisi düşünür Denis Diderot (1713-1784), “Doğaüstü güçlerin varlığı sanısı, insanlığın ortak yanılgısıdır” düşüncesini savunabilmekteydi.

Ülkemizde bugün bile “Aydınlanma”nın “Olmazsa olmaz-Sine qua non” ögesi olan, “İnançla bilim çatıştığında ben bilimden yanayım” diyebilecek düzeye erişmiş olan ve savunan kaç yöneticimiz olabilir? Örnek olarak sayılabilecek daha bir çok düşünürün katkılarıyla gelinen Batı Uygarlığı düzeyine, kendilerinin bile içtenlikle inanmadan çıkardıkları bir kaç yasa ile ulaşabilmenin hayaline ancak koşullanmış beyinliler inanabilir.

Yetmiş yılı aşan süredir yönetimlerde olan özgür düşünce karşıtları ülkemiz aydınlarını kıyıma uğratırken bunun bir bedeli olmayacağını sanıp toplumu “Orta Çağ” karanlığına yönlendirdiler. Sonra da, “Biz Avrupalıyız, Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz” demekle Batı Uygarlığı’nın Üyesi olunabileceğini sandılar.

Avrupa yolunda ilk çelişki, 1959 daki adıyla AET’na başvurumuzu, ülkede demokrasiyi yozlaştıran adımlar atan, özgür düşünceli bilim adamlarını ve yazarları kıyıma uğratan yönetimin başı Adnan Menderes’in yapması oldu. İzleyen yıllarda, savaş sonrası Avrupa’sının yitirilen insan gücünü sağlayan ülkemiz yöneticileri, işçilerin ardından “Kara Ses-Cemalettin Kaplan”ı görevlendirerek Avrupa düşünce ve yaşantısına uyum sağlamalarını engellediler.

Öngörüden yoksun yöneticiler, ülke yarınını gözetmeyip, sadece işbirlikçilerin isteklerine uygun anlaşmalarla Avrupalı olunabileceğini sandılar. Yurt içinde “Milliyetçi Muhafazakar” söylemleri ve bir ellerinde Bayrak, diğer ellerinde ise büyük olasılıkla hiç okumadıklar Kutsal Kitap’la Avrupa kapılarını açabileceklerini umut ettiler.

Bugünkü olumsuzluklar ve Avrupa Birliği’nin olumsuz davranışının nedeni yılların oluşturduğu tutarsızlıkların birikimidir.

Yıllardır ülkemizde siyaset yapanların çoğunun değişmeyen iki özelliğinden birisi, “Söz verip yapmamak” diğeri de “Yapıp inkar etmek” olduğunu bizler kadar Avrupalılar’ın da bildiğinden kimsenin kuşkusu olmasın.

Demokrasi aynı zamanda bir “Meritokrasi-Niteliklilerin yönetimi” olmazsa, anlamı, niteliksiz, eski deyimle avam kesiminin yönetimi olan “Oklokrasi”ye dönüşür. Yıllardır çekilen sıkıntıların çözümü ve gerek “Avrupa Birliği” gerekse tüm diğer çağdaş örgütlerin Üyesi olabilmenin yolu öncelikle çağdaş eğitimle yetişecek uşakların yönetimlerde yer almasıyla sağlanabilir. Yüce Atatürk’ün döneminde uluslararası ilişkilerde eriştiğimiz saygınlığı sağlayabilmemizin tek yolunun Cumhiriyetimiz’in “Kuruluş İlkeleri”ni benimseyecek yönetimleri oluşturmak olduğuna inanıyorum.